Ebru Cündübeyoğlu’nun ilk romanı “Ferda”da şöyle bir cümle okumuş ve çok etkilenmiştim. Yalnız başına bir vesikalık fotoğraf dahi çektirememekten bahsediyordu. Hep bir başkasına, onun onayına, önerisine ya da sevgisine ihtiyaç duymaktan. Gogol’un yaşamını yazarken de bunu hissettim. Gözü yaşlı, kendini aradığı, bulmak için çabaladığı bir evrede sürekli pes etmeye beş kala geçirdiği dönemle karşılaşıyor Puşkin ile. Onun ölümünden sonra ise bir türlü toparlanamıyor.
Hatta Puşkin’in ardından nefes almaya bile 10 yıl daha dayanabiliyor ve 43 yaşında hayata veda ediyor. Öyle ki Gogol, Puşkin olmadan bir vesikalık fotoğraf çektiremiyor gibi hissettiriveriyor. Oysa ne büyük eserlere kendi kalemiyle imza atmış bir yazar o…
Çocukluğu
Gogol, 31 Mart 1809’da, Ukrayna’da, Mirgorod yakınlarındaki Soroçinski köyünde, orta halli toprak sahibi bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona, “Nikolay Vasilyeviç Gogol” adını verdi. Çocukluğunu burada, köy hayatı içinde geçirdi. Kazak Kültürü etkisinde kalacak, sadece kişiliği değil, zamanla yazdıkları da bu etkiden nasibini alacaktı.
Gogol, ölü doğan iki bebekten sonra dünyaya gelmişti. Şimdi o hayattaydı ve üzerine titriyorlardı. Bir de çelimsiz, solgun yüzlü bir bebek olarak doğduğundan, onun da ölmesinden çok korkmuşlardı. Bu panik, ailesinin, Gogol’u çok fazla şımartmasına sebep oldu. Üçüncü çocuklarının da ellerinden kayıp gitmesinden öylesine korkuyorlardı ki, onu böyle yaşatacaklarını düşünmüşlerdi belli ki. Ama Gogol’un bu hali, onun ilk gençlik zamanlarını olumsuz etkileyecekti. Şımartılan, el bebek gül bebek büyütüldüğü bir çocukluk geçiren Gogol, okul hayatı boyunca diğer çocuklarla pek konuşmayacak, arkadaşları onu pek sevmeyecekti…
Bu arada Gogol soyadı, aslında Avrupa ve Slav dillerinde pek bir anlam taşımıyordu. Slav dillerinde ve Batı’da da, Karadeniz’in kuzeyinde daha önceden yaşamış, Türkler tarafından kullanılmıştı. Eski Türkçe ve diğer Türk dillerinde, “gök rengi” anlamına gelen, “gögöl, gögül, gögel” sözcükleri ile anlam bakımından benzetilmişti. Soyadı Türk kökenli bir dilden gelse de, Eski Slav kaynaklarında soylarının Türk olduğuna dair bir bilgi kaydedilmemişti…
Eğitim hayatı
Bir yandan da ailesi her ne kadar soylu da olsa, yoksuldu. Pek iyi bir eğitim göremedi. Hatta bazı kaynaklara göre, ilk derslerini bir medrese öğrencisinden almıştı. Kısa boylu, tıknaz bu çocuk, her ne kadar şımartılmış olsa da, aslında her şeyin de farkındaydı. Çocuk yaşlarını çiftlik sahiplerinin, köylülere verdiği emirleri, onların hayatını izlemekle geçiriyordu.
1821-1828 yılları arasında Nijin’de bulunan okulda eğitim aldı. Sayısal dersler pek ona göre değildi. Edebiyatı da biraz böyle sevdi belki. Ama farkında olmadan çocukluğundan bu yana içinde yazacak ne çok şey biriktirmişti…
Edebiyata ilgisi
Lise zamanlarında Edebiyat hayatının merkezine yerleşmişti. O dönemin Rusya’sında hemen çıkan her kitabı okumaya gayret ediyordu. Tabii bunun için harçlıklarını biriktirmeliydi. Sadece okumakla yetinmemiş, zamanla yazmaya da başlamıştı. Kendini ilk kez okul gazetelerine yazdığı öykülerle gün yüzüne çıkardı.
Öylesine doğaldı ki, tiyatroda da yetenekli olduğunun anlaşılması uzun sürmedi. İlk kez sahneye çıktıktan sonra ayakta alkışlanmıştı. Okul günleri su gibiydi, akıp geçmişti. Artık hayatta para kazandıran, gerçek işler yapmalıydı…
Çalışma hayatı
Gogol’un, bir iş bulup fakirlikten kurtulmak gibi bir hayali vardı. Bir de bunun gerçekleşeceğine inandığı bir şehir, hayallerinin şehri: Petersburg!
Memur olmayı, bir şekilde para kazanmayı umduğu bu şehre 1828’de gitti Gogol. Ancak hiçbir şey hayal ettiği gibi gitmemişti. Buradan Almanya’ya geçti. Kısa sürede parası bitince tekrar Petersburg’a döndü ve maaşı çok az da olsa devlet memuru olarak çalışmaya başladı. Bu iş de pek uzun sürmeyecekti…
Hayallerinin kırılmasından öylesine yorulmuştu ki! Memurluğa başlamadan önce lise döneminde yazdığı bir şiiri bastırmaya karar verdi. Denemekten ne çıkardı! Hem her koşulda hayalleri dağılmıyor muydu? Tozdan bir bulut olmaya niyeti yoktu. Ya o çok severek okuduğu şiirler gibi birileri de onun şiirini severek okursa, neden olmasındı…
Ancak bu umudu da kırılmaya mahkumdu. Çünkü eleştirmenlerin acımasız eleştirileri kalbini, beynini yakmış da geçmişti. “Başaramayacağım! Benden olmaz!” hissi öyle bir çöreklenmişti ki gövdesine, bu duygu tüm kitaplarını yakmasına yetmişti. Ateşin kızıllığını izlerken, hayallerinin de kül oluşunu izledi. Sessizdi…
Sonra da şu düşük maaşlı memuriyete başladı işte. İşini öyle çok sevmiyordu ki, bu kadar olurdu. Bir mektubunda bu nefreti şöyle anlatıyordu annesine: “Şube Müdür’lerinin budalaca yazılarını temize çekmekle uğraşıyorum. Oysa bu saçma işten oldum olası nefret etmişimdir”.
Kendini aslında gayet net ifade ediyordu; ama “gerçek” hayatın içinde onu yaşayan “gerçek” insanlar, bunu anlamıyordu.
(Aleksandr Puşkin)
Dikanka Yakınlarında Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları
Evet, bir hırsla bütün kitaplarını yakmıştı; ama Edebiyat, öyle bir kibritle yok olup gidecek bir heves değildi. Öyle olsa muhtemelen bunca yazar, bunca şair olmazdı.
Annesine mektup yazmak, Gogol’un vazgeçilmez rutiniydi. Ondan sürekli Ukrayna’yı, orada olup bitenleri yazmasını istiyordu. Şu zor günlerinde en özel zamanları bu mektuplar olmuştu. Çok özlemekten mi, yoksa her koşulda yazacağının su götürmez bir gerçek olduğundan mı, Gogol, kendini yazarken bulmuştu. Ukrayna’yı adeta sözcükleriyle resmettiği “Dikanka Yakınlarında Bir Çiftlikte Akşam Toplanıları” adını verdiği öyküleri, işte böyle yazmaya başlamıştı. Bu öykü kitabı 1831 Eylül’ünde basıldı.
Sonunda hayat Gogol’un da yüzüne gülmüştü. Hayatının bedbaht döneminden yüzünü şükürler olsun ki çevirmek için bir şansı olduğunu hissetmişti. Çünkü bu öyküler yayımlanır yayımlanmaz başarıyı yakalamıştı. Bu kez hakkındaki eleştiriler onu yürütmüyor, yerden bir santimetre yukarıda uçuyor hissi veriyordu.
İlerleyen zamanlarda müthiş bir dostluk kuracağı Puşkin, kitabı şöyle yorumlamıştı: “Şimdi Dikanka Akşamları’nı bitirdim. Bu öyküler beni şaşırttı. İşte gerçek, içten bir neşe! Kimi yerleri de ne kadar şiirli, duygulu. Bu çeşit yapıtlar bizim edebiyatımızda o kadar yeni ki, üzerimde bıraktığı şaşkınlık etkisi hâlâ geçmedi. Söylediklerine göre, dizgiciler, kitabı dizerken gülmekten katılıyorlarmış”.
Evet, gerçekten Puşkin’in eleştirisi gurur okşuyordu. Ama herkesi acımasızca eleştiren Belinski’nin sözleri, insanı ihya ederdi: “Gogol güçlü, olağanüstü bir yeteneğe sahip… O, edebiyatın, yazarların başıdır”. Üstelik Gogol, henüz o büyük eserlerini yayımlamamıştı…
Puşkin ve sonrası
Gogol, hayatında pek çok şeyin Puşkin ile tanıştıktan sonra değiştiğine inanıyordu. Aleksandr Puşşkin ve Gogol 1831’de tanışmışlar ve hemen ardından ilk öykü kitabını çıkarmış, aldığı övgüler onu istediklerine birkaç adım yaklaştırmıştı. Hepsinden önce artık kendisine gerçekten güvenebiliyordu. Rus Edebiyatı’nda parlıyordu…
Gogol, kitabında ardından Haziran’da Moskova’ya gitti. 1834’te de Petersburg Üniversitesi’ne yardımcı profesör olarak atanmıştı. Görevi uzun sürmedi; 1835’ti istifa etti. Kendisini daha çok yazmaya adamak istiyordu. Parlayışını sürdürmeliydi…
Hiç zaman kaybetmeden “Arabeskler” ve “Mirgorod” adını verdiği öykü kitaplarını yayımladı. Bu kitapları da özellikle Kazak geçmişine değinen halk hikayeleri içeriyordu. Kitaplar elbette yine Puşkin’den enfes yorumlar almıştı. Puşkin’in etkisinde yazıyordu. Hatta onun eleştirileri olmadan yazamazmış gibi hissediyordu. Bir yandan da ondan aldığı eleştiriler kalkanı olmuştu. Bir daha kimse onu acımasızca eleştiremezmiş gibiydi.
Puşkin, “Soyremennik” adında bir dergi çıkarıyordu. Artık sıkı dostlar olmuşlardı. Gogol’un orada yazmasına şaşmak anlamsız olurdu. Gogol, 1836’da, bu dergide “Araba” ve “Burun” adını verdiği iki öykü yayınladı. Araba, Gogol’un yergi dolu yazdığı öykülerinin en eğlencelisi, en neşelisiydi. Burun da yine eğlenceli ve iğneleyiciydi; bir yandan da gerçeküstüydü. Hikayelerinde günlük hayatı işlerken, bunu özellikle bayağı kişilikler üzerinden ve ustalıkla yapıyordu. Mizah hep işin içindeydi, olacaktı da; ama kimi zaman öfkesini de sezdirmeden edemiyordu…
Müfettiş
Gogol, günden güne Rus Edebiyatı’nın özel simalarından birine dönüşüyordu. Yine 1836’da, “Müfettiş” adını verdiği bir oyun yazmıştı ve bu oyun, Petersburg ve Moskova’da sahnelendi. Oyununda, bürokrasiyi muzip bir alaycılıkla yeriyordu. Haliyle böyle bir oyunun sahnelenmesi, tüm dikkatleri Gogol’un üzerine çekmişti. Şimdi Rusya’dan ayrılmaktan başka çaresi yoktu…
Haziran ayında Rusya’dan ayrılan Gogol, İsviçre, Paris, Roma rotasında ilerledi. Bu göçebe hayatı 12 yıl sürecekti. Bu süreç içinde 1939-1940 yılları içinde geçici olarak Rusya’ya döndü. Sonra da İtalya’ya gitti ve 1842’de de dönecekti…
Puşkin öldü
Puşkin, Gogol’a hayatının en büyük eserini önermişti: Ölü Canlar. Gogol, Roma’da hevesle romanını yazarken hayatını bıçak gibi kesecek o haberi aldı. Kuşkusuz hayatının en kötü haberi bu olabilirdi. Tarih 10 Şubat 1837’yi gösterirken, Puşkin ölmüştü. Hayat, şimdi onun gözlerinden de bir film şeridi gibi geçiyordu ve Puşkin’in önerileri, eleştirileri olmadan nasıl yazacağını bilmiyordu.
Öldürmeyen acı gerçekten güçlendirmiş olacak ki, bilekleri üzerine çöken tarifsiz acısına rağmen Gogol, büyük eseri Ölü Canlar’ın birinci cildi ve bir de uzun hikayesi Palto’yu bitirmişti; Mayıs 1842’de yayımladı. Haziran’da da 6 yıllık uzun soluklu yolculuğuna başladı.
Puşkin’in ölümünden sonra Gogol’un yıldızı daha da parlamıştı. Bu durum onu önce afallatsa da, daha sonra içinde bir öncülük hissine dönüşmüştü. Kendine toplumu değiştirmek, insanlara yol göstermek gibi misyonlar edindi. Ancak bu dönemde değişen daha çok kendisiydi sanki. Bir kere eskisi kadar yaratıcı yazamıyor gibiydi ve daha çok dine yönelmişti. Daha önce eleştirdiği kilise, şimdi övgü odağındaydı. Bu durum hayranlarının ne kadar tepkisini çekiyordu. Gogol ise, bu tepkilere de dinsel yorumlar yüklüyordu. Tanrı’ya daha da yaklaşıyordu.
1847’de “Dostlarla Yazışmalardan Seçme Bölümler”i yayımladı. 1848’de de, Hac yolculuğuna çıktı. Kutsal toprakları ziyaret ettikten sonra Moskova’ya döndü. Bundan sonra da zamanı Moskova, Odessa, Petersburg arasında, çoğunlukla hasta ve dinsel açıdan kaygılı bir şekilde geçecekti. Bu arada bir yandan da Ölü Canlar’ın ikinci cildini yazıyordu. Ancak kutsal topraklardan döndüğü sırada 1852’de Moskova’da karşılaştığı “Matvey Konstantinovski” adında bir rahibin etkisiyle, ikinci cildi yakmıştı…
Ölü Canlar
Evet, romanın konusunu Puşkin önermişti ve örnek alınan, aslında Dante’nin “İlahi Komedya”sıydı. Üç cilt olarak tasarlanan bu romanın, hayatın getirdiklerinin ışığında sadece bir bölümü tamamlanabildi…
Birinci cildinde başkahraman Çiçikov’un, kendi çıkarları için yaptığı kötülükler başroldeydi. Rusya’da şehir dolaşıp, feodal kanunlara göre toprak sahiplerinin malı sayılan köle köylüleri satın alıyordu. İşin ilginci döneme göre onları satın alması değildi. Çiçikov, sağlıklı, çalışabilenleri değil de, ölü olanları tercih ediyordu. Gogol, Çiçikov üzerinden bu dönem Rusya’nın çürümüşlüğünü gerçek ve çarpıcı bir dille anlatıyordu. Bu bölüm cehennemdi. İkinci bölümde ise, cenneti anlatmış, Çiçikov’un ahlaklı ve vicdanlı biri olduğunu göstermişti. Ancak hiçbir zaman yayımlanmadı.
Ölü Canlar, Rusların ezber edeceği, kahramanlarının örnek gösterildiği bir kitaptı, evet. Ancak Gogol’un yazım hayatı boyunca en büyük düşmanı olan Romantikler, bu kitabın dine ve çarlığa hakaret ettiğini hiç bıkmadan söylediler. Hep eleştirmeye de devam edeceklerdi. Nihayetinde Gogol’un hiç aşık olmayışı, ömrü boyunca hiçbir kadınla birlikte olmayışı da eleştiri konusu olmuştu…
Artık arkasında Puşkin’in olmayışı, Gogol’u eski gözü yaşlı günlerine döndürmüştü işte. Gogol da maalesef yalnız başına adım atarken mutsuz olanlardandı. Ne yapsa da, onun yanında olduğu gibi olmadı. İkinci cildi hiç beğenemedi…
(Fyodor Dostoyevski)
Hepimiz onun Palto’sundan çıktık
Palto, diğerlerine göre biraz daha uzun olsa da bir kısa hikayeydi ve Gogol, onu, Ölü Canlar ile birlikte yayımlamıştı. Bu hikayesinde de küçük adam temasını ele almıştı. Hikayeyi ise bir toplantı sırasında dinlediği bir olaydan esinlenerek yazmıştı. Toplantıdaki hikaye şöyleydi: Sıradan bir memurun en büyük tutkusu avcılıktı ve yıllarca biriktirdiği parayla kendine ancak bir tüfek almıştı. Tüfeği yere düşürüyor, sonrasında da müthiş bir bunalıma giriyordu. Bunalımdan ise, ancak arkadaşlarının ona aldığı yeni bir tüfekle kurtulabilmişti. Hikayenin başkahramanı Akakiy Akakiyeviç’in yaşamını, sıradan bir insan olarak çektiği sıkıntıları, karşılaştığı eşitsizlikleri ve acıları gerçekçi bir şekilde anlatıyordu Gogol. Akakiyeviç’in hikayesinde de, bin bir zorlukla aldığı paltosu çalınıyordu. Bu sorunu karşısında ne yapacağını bilemeyen adam, bir bakandan yardım istemişti. Ancak işittiği azar, bu adamı öyle kötü hissettirmişti ki, hastalanıp ölmesine kadar devam eden bir süreçten geçecekti. Ancak hikaye böyle kolay bitemezdi. Akakiyeviç’in bir hayalet olarak döndüğü ve paltoları çaldığı dilden dile dolaşır olmuştu. Haliyle bakanın da paltosu çalınacaktı. Belki de yokluğun hayattan kopardığı Akakiyeviç, bir nebze huzur bulacaktı…
Bu hikayesiyle de Rus insanını aşağılamak gerekçesiyle Çarlık Rusya’sından tepki çekti. Ancak bunun yanında onu yerlere göklere sığdıramayan özel eleştiriler de vardı. En özeli ise, Dostoyevski’nin Gogol’u ve eserine yönelik söylediği şu cümleydi: “Hepimiz onun Palto’sundan çıktık”.
Bir Delinin Hatıra Defteri
Elbette Gogol’dan bahsediyorsak, “Bir Delinin Hatıra Defteri”ni anmadan olmaz. Zira bunca zamandır ülkemizde de sahneleniyor.
Gogol, diğer iki ünlü eseri gibi “Bir Delinin Hatıra Defteri”ni de 1842’de yazdı. Tek kişilik ve tek perdelik bu oyun, pek çok kez çeşitli tiyatro toplulukları tarafından sahnelendi.
Bu eserin kahramanı da bir devlet memuruydu. Çevresinde sürekli aşağılanan, alay edilen bu adam, bir burjuva kızına platonik olarak aşıktı. Belki mutluydu da; ama dünya başına sevdiği kızın bir asilzadeyi sevdiğini öğrendiğinde yıkıldı. Bu kez de hayalleri yolundan saptı ve önce bir beyzade, bir kral olmaya yöneldi. Belli ki başka türlü bir şansı olmayacaktı. Sonunda da “İspanya Kralı” olmuş haliyle akıl hastanesine kapatılacaktı…
Ülkemizde de, “Palto, Burun ve Bir Delinin Hatıra Defteri” adlı üç bölümden oluşan eser, tiyatro galine getirilmiş ve yaklaşık bir buçuk saatlik bir gösterimle sahnelenmişti. Hatta Genco Erkal tarafından sahnelenen hali, bir dönem TRT’de de gösterildi. Daha sonra da Erdal Beşikçioğlu tarafından sahnelendi. Hatta “Evde Tiyatro”nun kurucusu Metin Zakoğlu da, bu oyunu sahnesine taşıdı. Beşikçioğlu ve Zakoğlu, sahnelemeye hala devam ediyor…
Gogol öldü
Son zamanları gerçekten de hasta bir halde geçiyordu Gogol’un ve tabii dinsel açıdan kaygılı… Bir buhranla Ölü Canlar’ı yakışının üzerinden sadece 10 gün geçtikten sonra, Moskova’da hayata veda etti. Tarih 4 Mart 1852’yi gösteriyordu ve Gogol, henüz 43 yaşındaydı. Cansız bedeni, “Nazım Hikmet”in de mezarının bulunduğu “Novodeviciy Mezarlığı”na gömüldü.
Ama hiçbir şey bitmemiş gibiydi. Ölümü de en yaşamı kadar tartışma konusu olmuştu. Bu tartışmalar büyüdükçe büyüdü ve bir süre sonra Gogol’un mezarı tekrar açıldı. Ancak açılmasıyla ruhların çekilmesi de bir oldu. Gogol mezarında ters yüz olmuştu. Ölü zannedilerek diri diri gömüldüğü de böylece anlaşılmış oldu. Ancak bu kadarla da bitmemişti. Evet, ters yüz olmuştu; ama kafası yoktu. Nerede olduğuysa bulunamadı…
Bu arada Gogol, her ne kadar bir yandan el yazmalarını yaksa da, bir yandan da hala bir şeyler yazmaya devam ediyordu. Sadece taslaklarını yazdığı “Dördüncü Dereceden St. Vladimir Nişanı” kalmıştı ardında. Ölümünden sonra Sasa Preis bu eseri tamamladı…
Aleksandr Puşkin’e olan düşkünlüğü ve ardında hissettiği destekle kendini bulan, eserleri ile Rus Edebiyatı’nda parıl parıl parlayan bir Gogol geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Not:
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Daha Fazla Yorum Yükle
0 Yorum Yapılmış