“Aaa Katina’nın elinde makası
Biçemez ah biçemez…”
Bu şarkı her başladığında Huysuz Virjin’i anmayanımız var mı?
Ölüm haberini aldığımdan beri hepimiz gibi çok üzgünüm. Okudum, izledim ve naçizane yazdım. Ve ne kadar yazsam da eksik, biliyorum. Hala çok şey var yazacak. Pek çok şey düşündüm. Yalnız mıydı, mutlu muydu, hala kırgın mıydı? Ne kadar yaşarsa yaşasın, bütün ölümler erken geliyor insana. Ancak Seyfi Bey için düşündüğüm dolu dolu geçmiş bir yaşam. Hayatın bütün renklerini hissederek geçmiş bu dünyadan diye düşünüyorum. Çok geç ünlü olmuş belki; ancak öte yandan da o zamana dek bir sade vatandaş hayatı da yaşamış. Ve sonra yaşamının ikinci yarısı başlamış; Huysuz Virjin’i katmış yanına. Biz sonra, ikisini de çok sevmişiz. Bazen hangisini daha çok sevdiğimizi de bilememişiz…
‘Sizden bir şey isteyeceğim; beni görmediğiniz zamanda da sevin lütfen!’ diyordu bir keresinde ekrandan. Bazen insan sonsuzluğu keşfedebiliyor. Dünya dengeler üzerine kurulu ve insan, aslında toprak olduğunda değil de, unutulduğunda ölüyor. Şimdi bedeninde yaşadığı Seyfi Dursunoğlu hayata gözlerini kapadı. Ancak öyle bir karakter oluşturdu ki, Huysuz Virjin ölür mü? Seyfi Dursunoğlu’nu unutmak mümkün mü?
Ruhun şad olsun…
Çocukluğu
Seyfi, 1 Ekim 1932’de, Trabzon’da, Selvi ve Mehmet Dursun çiftinin yedi çocuğundan altıncısı olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona ‘Seyfettin’ adını vermişti. Aslında soyadları ‘Tursun’du; ancak sonradan ‘Dursun’ olmuştu. ‘Gerçek adım Seyfettin Dursun. Kömürcü adı gibi diye değiştirdim. Seyfi Dursunoğlu yaptık. Gerçi bu sefer de kasap adı gibi oldu.’ diye anlatıyordu adını buluşunu.
16 yaşındayken ailenin altıncı çocuğu dünyaya gelene dek ailede el bebek gül bebek büyütüldü. ‘O olunca değerin gün be gün azalmaya başladı.’ diyordu.
Trabzon’da, Yenicuma Mahallesi’nde taşlıklı, kalabalık bir evde geçti çocukluğu. Manzaralı, güzel bir evdi burası; ancak sokağa çıkmak yasaktı. Sadece pencereden uçurtma uçurabilir ya da taşlıkta oynayabilirdi. Bu evde, herkes her istediğini yapamazdı. Kuralları, katı bir disiplini olan bir evdi. Seyfi Dursunoğlu bir röportajında, ‘… Çok mutlu değil çocukluğum, çünkü en büyük ablama teslim edilmişim. Çocuk üzerine egzersiz yapsın diye herhalde. Bütün işlerime o bakardı; ama o da çocuk sayılırdı. Ben 4 yaşındayken o da 12-13 yaşlarında falandı.’ diye anlatıyordu ablasının kendisine annelik edişini.
Babası Mehmet Bey, ticaretle uğraşıyordu. Hafızlığını da 9 yaşında almıştı. Seyfi’nin çocuk yaşlarında İstanbul’a bir iş kurmak için gitmişti. Ve İstanbul’a ailecek taşındıklarında henüz 6 yaşlarındaydı. Vefa’da bir ev buldular. Burada bir süre yaşadıktan sonra Beylerbeyi’nden bir ev alıp oraya taşındılar. Mehmet Bey, bu semti özellikle daha mutaassıp olduğundan tercih etmişti. Hatta komisyoncu biri yalı olmak üzere iki ev göstermişti de, Mehmet Bey camiye yakın olduğundan evi tercih etmişti. Seyfi Dursunoğlu çocukluğu için belki tamamen mutlu diyemiyordu; ama nihayetinde güzel anıları da vardı. Örneğin bu evdeki bir anısını şöyle anlatıyordu:
(Ablası ile)
“Ablamla evcilik oynardık. Yemek yapmayı severdi. Ufak tencereleri vardı; ama büyük ablam malzeme vermezdi evden. O da bana derdi ki, ‘Kasaba git, de ki, annem düştü, bacağı morardı, bir parça et istiyor, onun üstüne koyacak. İyi gelirmiş de.’ Yalancılığım orada başladı herhalde. Gider, alır gelirdim. Ve ablam onu yemek yapardı. Nasıl bir yemekti hatırlamıyorum; ama oturur onu büyük bir iştahla yerdik.”
Daha ne anılar… Hepsi de aslında onun sanatçı yönünü besleyen anılarıydı…
Babası Mehmet Bey, fazlasıyla despot bir adamdı. Seyfi Dursunoğlu yıllar sonra babasından bahsederken bunu ‘Herhalde çok çocuk olması, çocuğa fazla itina gösterilmemesi kanısını uyandırmış olmalı.’ şeklinde bir sebebe bağlıyordu. Ancak aynı sebep annesinde böyle bir sonuç oluşturmamıştı. Selvi Hanım, çok yumuşak başlı, sakin, sessizce bir kadındı.
Evde kanto söyleyen bir çocuk
Daha küçücük yaşlarında taklitler yapan, şarkılar söyleyen bir çocuktu Seyfi. Mesela ilkokuldayım diye başlıyordu anlatmaya bir röportajında yine. Karagümrük’te oturdukları dönemde, okulları çok yakındı. Okulda sinemaya götürüyorlardı. Çocuk aklının hatırladığı ilk film Şey Ahmet’ti. Şey Ahmet ata biniyor, koşuyor filmde ve Seyfi, izlediklerini çocuk aklına kazıyarak dönüyordu eve. Hemen bir sopayı üzerine bez sarıp güya at yapıyor, kendisini de mümkün mertebe Şeyh Ahmet’e benzetiyor ve başlıyordu bahçede Şeyh Ahmet olarak koşturmaya.
Ancak bu ilginin daha da evveliyatı vardı. Annesi anlatmıştı daha sonra ona bu hadiseyi. Seyfi 4 yaşındayken ateşlenmiş, yataklara düşmüştü. Öyle ateşlenmişti ki, yataktan atıyordu kendini. Anneciği ya düşerse diye çareyi bir yer yatağı sermekte bulmuştu. Yüksek ateş, o durumda kalkıp bir anda söylemeye başlamıştı:
“Bakışın şimşek gibi çakıyor
O güzel gözler beni yakıyor
Hele bir bak kalbim atıyor
Kirpiklerin gönlüme batıyor”
Ve seneler sonra işte bu kanto çıkıyordu ortaya. Ama Seyfi, bu kantoyu 4-5 yaşlarındayken söylüyordu çocuk şenliğiyle. Hasret duyulan geleceğe geç ulaşılsa da, başlangıcı çok erken olabiliyordu demek…
Eğitim hayatı
Seyfi Dursunoğlu, kardeşleri arasında çocukluğu en iyi geçenlerden biri olarak görüyordu yine de kendini. Mesela abileri çok okumadı diye babası, onu dönemin iyi okullarından biri olan Fecri Ati Lisesi’ne göndermişti. (Arnavutköy – Bebek arasındaki bu okulun adı sonradan Boğaziçi Lisesi oldu.) Paralı bir okuldu burası ve Seyfi, ilk ve ortaokulu burada tamamladı. Bu okulda Zeki Müren ile arkadaştı. Ancak Seyfi ortaokuldayken Müren lisedeydi ve okul müdürünün ortaokul ve liselilerin görüşmesine getirdiği yasakla pek güçlü bir arkadaşlık kuramamışlardı…
Ferdi Ştatzer, bu okulda piyano öğretmenleriydi. Seyfi derste piyano çalanları hayran hayran izliyordu. Ferdi Bey, onun bu ilgi ve hevesini anlamış, yeteneğini de keşfetmişti. Ücretsiz ders vermeye başladı Seyfi’ye. Hocası ona tek el ders veriyor, Seyfi ertesi gün ona çift el iade ediyordu. Yatılı okuduğundan evden sorun olacak bir durum da yoktu. Ancak yaz geldiğinde ve okul tatil olduğunda işler karıştı. Babasından gizli yürüttüğü bu piyano dersleri için kalıp Bebek’e gitmesi, akşama babası eve dönmeden de Beylerbeyi’ndeki evlerine dönmesi gerekiyordu. Pek tabii günün birinde babasından önce eve yetişemedi. İşte o akşam nota kâğıtları yırtıldı. Ertesi gün de ‘Din dersine gideceksin’ dedi Mehmet Bey ve Seyfi de başladı. Yıllar sonra bir röportajında şöyle anlatıyordu bu konudan sonrasını:
“Kur’an dersi aldım tabii. Ayrıca Kur’an dersi aldığım için tutucu olmadım, hayır. Benim Allah korkumdan ziyade Allah sevgim vardı. Allah’ı seviyorum. Bir iş yapıyorsam, ‘Allah’ın sevgisini kazandım bu işi yaptığım için’ derim.”
Seyfi’nin liseye geçeceği dönemde ablası bir subayla evlenmişti. Biraz tutumluydu. Babasına, ‘Para verip okutacağına orada okutalım. Hem yakışıklı da, deniz subayı olsun.’ diye teklif etmişti Seyfi için. Babasının da aklına yatmıştı bu fikir. Oysa Seyfi hiç istemedi. Derdini annesine döktü; ama babası olacak demişti bir kere. Artık sınava mecbur girecekti. Annesi de ‘Yazmazsın, yanlış yazarsın.’ Diye akıl vermişti. Seyfi sınavda soruları yalan yanlış yanıtladı. Ancak yine de torpille aldılar kaydını. O yıl 90 kişi kabul edilmişti ve Seyfi, okula 82. kabul edilen öğrenci oldu. ‘Maalesef torpille bir başkasının hakkına tecavüz ederek Deniz Koleji’ne girmiş oldum.’ diye özetliyordu durumu.
Okurken de hala gönülsüzdü. İlk seneyi bitir seni alacağız, hadi ikinci sene derken, üçüncü senenin sonuna gelmişti. Buradan sonrası Harbiye idi ve oradan hiç çıkamayacaktı. Kendi sorununu kendisi çözdü. O dönem 4-5 dersten kalarak nihayet okuldan atıldı. Rahat bir nefes almış hissediyordu, pek memnundu. Daha sonra Haydarpaşa Lisesi’ne kaydoldu. Kurtulmuştu ya Deniz Koleji’nden, şimdi tam bir arı gibi çalışıyordu; ama ne çalışmak, sınıf birincisi olmuştu. Bu dönemlerden ne pozlar, ne fotoğraflar biriktirmişti albümünden. Gerçekten çok yakışıklı bir delikanlıydı ve pozları artist edasındaydı. ‘Çok yakışıklı bir sınıftı. Ben sondan dördüncü beşinci gelirdim.’ diye anlatıyordu bir röportajında.
Yakışıklıydı, evet. Farkındaydı da. Ancak Deniz Koleji’nden ayrılıp buraya geldiği için ailesine karşı çok büyük sorumlulukları olduğunu düşünüyordu. Ders çalışmaktan gözleri öylesine yoruluyor, o kadar uykusuz kalıyordu ki, ertesi gün insanlara balık gibi bakıyordu. Bundan sebep biraz pısırık kalmıştı; ancak ailesine karşı kendine yüklediği sorumlulukların da üstesinden gelmişti.
“Çok çalışkan bir talebeydim. O çalışkanlık için o resimler nasıl çekildi, o pozlar nasıl verildi, bilmiyorum.” diyordu…
Tiyatrocu olma hayali
Mehmet Bey hafız kelam bir adamdı. Evde şarkı dinlenmezdi. Klasik Türk Müziği de değil, sadece türkü dinlenirdi. Ama o daha 4 yaşındayken ateşler içinde kantolar söyleyen bir çocuktu; bu yol geç de olsa hayalini kurduğu bir yerlere varacaktı. Şimdilik tek isteği subay olmamaktı ve o eşikten dönebilmişti. Ve aslında bu hedefe öyle kitlenmişti ki, sadece ne olmak istemediğini biliyordu. İşte tam da bundan sonra istekleri üzerine düşünmeye başladı…
Sanatçı olmak istiyordu, tiyatrocu olmak istiyordu. Bir tek en küçük amcasını çok kültürlü bir adam olarak tanırdı. Bu isteğini ona açmak istedi. Bin bir bahane ile babasından izin kopararak İzmir’e, amcasının yanına gitti. Amcasına tiyatrocu olmak istediğini söylediğinde ise aldığı cevap şuydu:
“Ne diyorsun sen, bizim aileden tiyatrocu çıkmaz! Def ol biletini al, geri dön!”
Ve Seyfi döndü. Bir süre bu konuyu kimseye açmadı. Amcası bile ardında durmayacaksa, hiç şansı yoktu. Zamana bırakmaya karar verdi.
Tahsiline devam etti. Lisenin ardından, üniversitede İngiliz Filolojisi Bölümü’ne kaydoldu. Ancak üniversitede devam zorunluluğu yoktu. Önce sinemalar, gezmeler, aman hadi piknikler derken ipin ucunu kaçırmıştı. Ardından da babasının iflasıyla maddi zorluklar baş gösterdi. Askerlik de gelmişti artık. Okula da devam edemiyordu, askere gitti.
Memuriyet dönemi
Askerden döndüğünde babasının durumunda pek değişiklik yoktu. Bir evleri vardı. İki katı kiradaydı ve bir de çalışanlar eve destek oluyordu. Onlardan biri de Seyfi’ydi. Beylerbeyi Kültür Cemiyetlerindeki faaliyetleri seyreden birkaç kişi vasıtasıyla Kulüp 12’ye tavsiye edilmişti. Bir yandan da SSK’de memuriyet yaşamı başlamıştı.
Çok çalışkan bir memurdu. Tek sıkıntısı Beylerbeyi’nden kalkan 8.18’deki vapura muntazaman yetişemediğin çoğu zaman geç kalmaktı. Onu da yalan söyleyerek çözmeye çalışırdı. ‘Her şey sırf bir dakika daha uyuyayım diye’ özetliyordu bir röportajında bugünleri. Ve şöyle devam ediyordu:
“Yani memuriyette tek hatam geç kalmaktı. Ama gelip yerime oturduğum zaman onu rahat rahat telafi ederdim. Ve severlerdi beni, becerikliydim, elim çabuktu, pratiktim. Mesela hastalanan işçilerin ödemeleri yapılır, onun bir kâğıdı var getirilir, onun hesabı yapılacak. Artık o kadar basit ki, makineyi bile bakmadan kullanırım. İmzalat al paranı. Herkes benim sırama gelirdi ki, işi çabuk görülüyor diye. Öyle çalışkan bir memurdum.”
Sonraları bu geç kalma işine kendiliğinden bir çözüm bulundu. Abisiyle bir büyük kavga etmişlerdi. Evde hala kurallar üzerine kuralı aynı disiplin devam ediyordu. Kimsenin evden ayrılıp bir başka evde yaşamasına müsaade yoktu. Ancak bu kavga her şeyi değiştirmiş, babası ses etmemiş, Seyfi de evden ayrılmıştı. ‘Tarihlerle aram yoktur, sanırım 25-30 yaşlarındaydım.’ diye anlatıyordu.
Planladığı bir durum olmadığından her şey çok çabuk gelişti. Önce Tarlabaşı’nda bir ev buldu. Ancak evinin arkasında yapılan araba kaynaklarının kokusu müthiş dayanılmazdı, burada sadece 6 ay dayanabildi. Ardından bir arkadaşının Atikali’de bulunan müştemilatına yerleşti ve burada da 6 ay geçirdi. Sonunda hep bahsettiği Şişli’deki bodrum kata taşındı. Burayı özellikle kaloriferli olduğu için tercih etmişti. ‘Kalorifer benim için çok mühim’ diye anlatıyordu. Burada uzun yıllar yaşadı; Huysuz Virjin’i keşfedene dek…
Geçinemiyordu. Parasızlık git gide daha da rahatsız ediyordu. İkinci bir iş arar oldu. Akşamları terzilik yapmaya başlamıştı. Sosyal Sigortalardan çıkıyor, akşam terzinin yanına gidiyor, orada bir müddet çalıştıktan sonra kalanını eve götürüyordu. Evde yediği hızlı bir yemeğin ardından tepesinde bir küçük ışık ile parça başı boncuk işliyordu. Ertesi gün gözleri şişmiş bir halde yeni günün döngüsü başlıyordu. Çalışmaktan gocunmuyor, bir yandan da para biriktiriyordu. Hatta bir dönem küçük çapta tefecilik de yapmıştı. Biriktirdiği paradan memur arkadaşlarına faizle borç veriyordu.
Sürekli soruyordu kendine: Ne yapmalıyım? Bir şey yapmalıydı; ama ne? Şişli Tepebaşı arasında işine yürüyerek gidip geliyordu. Yürürken bunları düşünüyordu. ‘Terzi mi olayım, ne olayım, bir şey olayım, bir şey yapayım, bu memuriyetten kurtulayım.’ Müdürünün söyledikleri de aklına takılmıştı. Diyordu ki, ‘Sen müdürsün ayda 100 lira borç yapıyorsun. Ben müdürüm ayda 500 lira borç yapıyorum. Yani zannetme ki müdür olduğun zaman olay düzelecek.’ Bunları aklına öylesine kazımıştı ki, memuriyetten ayrılıp bir şey yapmayı kafasına koydu.
Ev sahibesi de, ‘En iyisi zengin bir kadın bulup evlen, yoksa bu hayattan kurtulamazsın.’ Diye tavsiyeler veriyordu. Tüm dinlediklerini kafasının içinde evirip çevirdi yürüdüğü yollar boyunca. Yapması gereken işi kafasında şekillendiriyordu. Fiziğini kaybettiğinde de hala geçerli bir iş olmalıydı ve becerebileceği bir şey. Aklına komedyenlik geldi. Daha çocukken söylemeye başladığı kantolar, taklit ettiği roller, neden olmasındı! ‘Mühim olan ağzımdan çıkan laftır. Ömrümün sonuna kadar komedyen olurum dedim.’ diye anlatıyordu karar verdiği anı.
Huysuz Virjin, yavaş yavaş şekilleniyordu. ‘Memur maaşı insanca yaşayabilecek bir maaş olsaydı, Huysuz Virjin diye birini kimse bilmeyecekti.’ demişti. Öyleydi sahiden. Pek çok insan çocukken taklitler yapardı; ama hepsi komedyen ya da oyuncu olmazdı ya. Huysuz Virjin’i doğuran, daha çok parasızlık, çaresizlikti…
Seyfi, bodrum katında otururken ayak hesabı ile evini ölçmüştü; bir boydan bir boya 16 ayaktı. Yıllar sonra Seyfi Dursunoğlu olduğundaki evi için şöyle diyordu:
“Şimdiki evimle aynı ölçüyü yapıyorum, Allah’ım diyorum sana çok şükür, çok şükür…”
Huysuz Virjin’e adım adım
Hala Sosyal Sigortalarda çalışmaya devam ediyordu. Bir yandan da kararlarına bir adım atmak istiyordu. Kadın kılığına girerse memuriyetten beni kimse tanımaz diye düşünmüştü. ‘Çok genç yaşlarda şöhret olmak isterdim.’ Diye anlatıyordu yıllar sonra. Oysa ilk kez sahneye çıktığında 38 yaşındaydı. Tesadüf Kulüp 12’de Ramazan eğlenceleri yapılıyordu. Ve şöyle anlatıyordu o günü:
“Belca yazıcı diye bir hanım var, o beni ekibine alıyor. Onun programının arasında çıkıyorum. Bir arkadaşla beraber kanto yapıyorum içeri giriyorum. Kıyafet değiştiriyorum, çıkıyorum çarliston yapıyorum. Tekrar selam veriyorum, peruğumu çıkarıp içeri giriyorum.”
Sahneye çıkmıştı çıkmasına da, buna bir devamlılık gerekiyordu. Bir arkadaşı vardı, Zeki Müren ile ortak arkadaşlarıydı. Müren ile de zaten okuldan arkadaşlardı ve Müren, Seyfi’nin oyununu görmek istiyordu. Yıllar sonra bir röportajında şöyle anlatıyordu bu anıyı:
“Zeki Müren benim oyunumu görmek istiyormuş. Çok güzel oryantal yapardım, onu görmek istiyor. Bu arkadaş geldi dedi ki, ‘Bekri Pavyon diye bir yer var, orada çık oyna. Zeki Müren de ağırlığını koyacak, sen orada devam edeceksin. Sana işte al bir iş imkânı!’ dedi. Oryantal elbisesi diktim, hazırladım. Hamama gittim, hamam otu yaptım. Kafasız düşünmüyorsun ki, iki gün sonra çıkacak hepsi fırça gibi. İşte çocukluk mu nedir, bilmiyorum. Bekri Pavyonda, Tepebaşında, orada oryantal yaptım bir gece. İsim taktık, bilmem ne Ufuk. Orada da soyadı Ufuk olan meşhurlardan biri varmış. O güya itiraz etmiş. Bu soy adla oynayamaz demiş. Benden sonra orayı polisler basmış. Böyle bir haber geldi…”
Bir tatsızlık yaşanmıştı; ama sonuçta Müren de Seyfi’nin şovunu görmek istiyordu ve görmüştü. Aynı arkadaşı bir kez daha geldi, gidelim sen otur, anlat derdini Zeki Müren’e dedi. Müren, Küçük Çiftlik Park’ta çalışıyor, Şile’de de film çekiyordu o dönem. Şile’ye gittiler. O geceyi geçirip ertesi gün kahvaltıda bir araya geldiler. İçine dokunan yaşadığı bir anı şöyle anlatıyordu:
“’Sen ne kadar maaş alıyorsun Seyfi?’ dedi. 395 lira dedim. Zeki Müren güldü. Bir fenama gitti o gülme. 395 denir de 400 denmez, ona gülüyor o. Fakat o kahkaha benim kafama çivi gibi çakıldı. Ve ondan sonra işte sanatçı olmaya karar verdim.”
Zeki Müren ile durumlarını da genel anlamda şöyle özetlemişti:
“Şimdi efendim Zeki Müren ile ben okul arkadaşıyız. O hep istedi ki, onun avaresi olayım. Vardır onun öyle 5-6 tane avaresi. Hiçbir zaman avaresi olmadım. Bir bodrum katında yaşıyordum. Ama o bodrum katın prensiydim ben. Zeki Müren’in evine gidip de avare pozisyonunda kalacağıma, kendi memur paramla; -ama beş çeşit yemek yemiyordum da bir çeşit yiyordum- ama evimin sahibiydim. Evimde istediğim hayatı yaşıyordum. Buna çok içerlerdi. Niye gelmiyor, niye gelmez, niye ilgi göstermez…”
Huysuz Virjin’e ilk adım
Seyfi, arada ekstra para kazanmak için Ramazan eğlencelerinde sahneye çıkıp kantolar söylüyordu. Bir gün onu seyredenler arasında Muzaffer Hepgüler ve karısı da vardı. Öyle çok beğenmişti ki, Kulüp 12’ye gidip, ‘Bütün kadroyu çıkarın. Bir çocuk var, öyle kantolar yapıyor, öyle şarkılar söylüyor ki, görmeniz lazım.’ Demişti. Böylece Kulüp 12’de işe başladı.
Huysuzluğa gelince, ‘Bunun ilk adımını Günay Bey attı.’ diye anlatıyordu Huysuz Virjin’in macerasını Seyfi Dursunoğlu. Kulüp 12’de çalışıyordu. Orada tanışıp ahbap oldukları dostları geniş bir arkadaş grubu olarak çıkıp gelmişlerdi. Seyfi sahnedeyken, dostların da keyfi yerindeydi. Sonra başladılar şarkıya:
‘Fincanı taştan oyarlar balam oyarlar…”
Koro halinde bir sataşma vardı. Sahnede kıvrak zekasını ilk kez o gün kullandı. Müstehcen bir cümle ile karşılık verdi ve salon coştu. İnsanlar gülüyor, eğleniyordu. Arkadaşının söylediklerini şöyle aktarıyordu Seyfi:
“Günay dedi ki, olay burada başlıyor. Kanto bir basamak, sen bundan sonra seyirciye laf atarak, espriler üreterek bu programı çok iyi bir yere getirirsin.”
Öyle de oldu. Seyfi, Huysuz Virjin olarak önce küçük mekânlarda sahne aldı. Huysuzluğu, kanto ile karışık şovu, dilden dile dolaşır olmuştu. Zamanla daha büyük kulüplerden teklifler aldı. Bundan böyle gündüzleri bir İstanbul beyefendisi Seyfi Dursunoğlu, geceleri de sahnede Huysuz Virjin idi. Şöhreti arttıkça arttı. Özellikle 70’li yaşlarında en şöhretli yıllarını yaşıyordu. Sahnede Huysuz Virjin olarak kimsenin söyleyemediği şeyleri söyleyecek güce erişmişti. Öylesine enerjikti ki, sahnede topukluları ile saatlerce dans adamın yaşı, kimsenin aklına bile gelmiyordu…
Neden Huysuz Virjin
‘Birkaç yere sanatçı olarak başvurdum; beğenmediler, bir gün çalıştırdılar, gönderdiler. Sonra baktım, Seyfi’yle bu işi beceremeyeceğim, Huysuz Virjin tipini yarattım.’ diyordu.
Adı da Adile Naşit’in anneannesine dayanıyordu. Küçük Verjin, yani kantocu Viryinia, ilk Rum kantocu idi. Ufak tefek, minyon bir kadın olduğundan ona Küçük Virjin diyorlardı. Seyfi Dursunoğlu kendine bir sahne ismi aradığı vakit, akla Küçük Virjin düştü. Ancak kendisi 170 cm boy ve üzerine topuklularla sahnede daha ziyade dev bir kadındı. Virjin kaldı. Ancak adının başına bir mahlas da gerekiyordu. Sahnedeki huysuzluğu arkadaşı Günay ile keşfetmişti. Yanındakiler de ona hep ‘Abi o kadar huysuzsun ki, senin mahlasın huysuz kalsın.’ diyorlardı. Seyfi Dursunoğlu Huysuz Virjin’i şöyle özetliyordu:
“Bana büyük bir iyilik yaptılar, çünkü şovuma cuk oturan bir kelime oldu huysuz. Ben sahnede huysuz bir kadını canlandırıyorum. Evde kalmış, histerik, kendini beğenmiş bir kadın. Ancak her şeyin doğrusunu söylüyor ve dokuz köyden kovulmuyor. Halkın düşündüğü ama kimsenin kimseye söylemediği şeyleri, hakaret etmeden söylüyor. Dozu ayarlanmış bir espri.”
Huysuz Virjin’in ilk yükselişi
Seyfi, o gün o yokluğun içinde ne olmak istediğine çareler düşünürken doğru kararı vermişti. Kantoyu bir basamak, hatta şovunun bir parçası olarak kullanmıştı. Yaşı elverdikçe de alaturkadan beslenebileceğini anlamıştı. Çok iyi gidiyordu…
Sonra bir gün Öztürk Serengil kendisine bir teklifle geldi. TRT’de çekilecek bir yarışma programına jüri üyesi olması isteniyordu. Tek kanal dönemiydi. Yani burada olmak büyük bir şey demekti. Elbette hemen kabul etti. Şöyle anlatıyordu program sürecini:
“Seyfi Dursunoğlu olarak jüride yerimi aldım. Akılda kalayım diye bir televizyona çıkarılma ihtimalimin zayıflığını biliyorum, onun için herkesten farklı şeyler yaptım. Herkes mesela bir yarışmacıyı seyretti 6 numara verdiyse, ben 1 verdim. 1 dedim, kötü dedim. Akılda kalayım diye sırf bunları yaptım ve 3 program filan çalıştık galiba. Onlarda kadın kılığına girip kantolar da yaptım. Sonra işte jüri yavaş yavaş değişmeye başladı. Bana çok faydası olmuştur, beni Türkiye’nin tanıması açısından.”
Gerçekten öyleydi. Serengil’e verdiği esprili ve hazır cevaplar dikkatten kaçmamıştı. Artık herkes onu tanıyor ve ondan bahsediyordu. Şöhreti geç de olsa yakalamıştı. Aslında iki ayrı hayat yaşamış gibi hissediyor olmalıydı.
Sahnede işini nasıl yaptığını, avantajın onsa oluşunu ve bunu nasıl değerlendirdiğini de anlatmıştı bir röportajında:
“Şöyle bir avantaj var; elinde mikrofon var, senin söylediğin lafı herkes duyuyor. Oradan bir kişinin sana attığı lafı, yanındaki masalar duyar. Avantajlı değil laf atan, orada büyük bir şey var, mikrofonun benim elimde olması. Bu bir, ikincisi de memleketimin verdiği bir pratik zekâ var bende. Ben ne çok akıllıyım, ne çok kültürlüyüm. Ne çok şöyleyim, ne çok böyleyim. Kendimi kesinlikle methetmiyorum; ama pratik zekâm var. Ondan da sahnede istifade ediyorum. Bu da benim işimi görüyor.”
(Son kanto)
Televizyonda Huysuz Virjin ve RTÜK
Seyfi Dursunoğlu, 70’lerde ‘Huysuz Virjin 1’ adını verdiği bir kanto plağı yaptı. Artık sahnede olmadığında da sesini duymak mümkündü. Televizyondan sonra onu izlemek daha mümkün oldu elbette. Şovu ülke sınırlarını da aşmıştı bu arada. Pek çok ülkede sahne almıştı. Televizyon yolculuğu 1997-1998 Huysuz ve Tatlı Kadın adlı programı sunması ile başladı. Ardından 1998’de ‘Huysuz Şimdi Hostes’ ve ardından yıl bitmeden ‘Huysuz Show’ geldi. Huysuz Show ile kendini tüm Türkiye’ye tanıtmış ve çok sevdirmişti.
2004’te başlayan ‘Popstar Türkiye’ yarışma programında ikinci sezonda İbrahim Tatlıses, Deniz Seki ve Garo Mafyan ile birlikte jüri üyesi olarak bulundu. Elbette bir yandan da herkesin görmek istediği huysuz şovu için oradaydı.
2005’te başlayan ‘Benimle Dans Eder misin?’ adlı yarışma programında da sunuculuk teklif edilmişti. Aslında öncesinde Kanal D, ana haber başlamadan önce ‘Huysuz Show’u canlı olarak yapmasını istemişti. Ancak bu yaştan sonra haftanın beş günü üst üste bu temponun ağır geleceğini düşünen Seyfi Dursunoğlu teklifi kabul etmedi. Dans yarışması sunuculuğu bunun üzerine geldi. huysuz Virjin,tüm sahneyi doldurarak programı sunuyordu. Elbette çok yoruluyordu. Buna yetişmenin sırrı da kendine iyi bakmaktan geçiyordu. Seyirci kostümün ardındaki adamın yaşını izlerken idrak edemiyordu. Sebebi de işte o adamın kendine çok iyi bakıyor olmasıydı.
2007’de RTÜK tarafından gelen düzenleme ile ekranda kadın kılığına girmiş erkek görmenin istenmediği kanaatine varılmıştı. Seyfi Dursunoğlu olarak çıkabilirdi; ancak Huysuz Virjin istenmiyordu. Sansür uygulandığını belirterek Huysuz Virjin’i artık canlandıramayacağını duyurdu. Bu konu onu çok üzmüştü. Bir röportajında şöyle anlatıyordu kırgınlığını:
“Ben 45 sene evvel kadın kılığına girdim, program yaptım. E peki 45 sene evvelki Türkiye beni kabul etti de, 45 sene sonra mı kabul etmeyecek?”
2012’de Benzemez Kimse Sana adlı yarışma programına jüri olarak katıldı. Ekrandaydı; ancak takım elbisesi içinde Seyfi Dursunoğlu olarak. Tabii hazır cevap ve esprili kimliğini de yanında getiriyordu. Şov bir şekilde devam ediyordu. Program 2015’te final yaparken, son kez sahneye Huysuz Virjin olarak çıktı. ‘Bu benim son kantom’ demişti.
Huysuz Virjin değerlendirmesi
Seyfi Dursunoğlu, yaptığı işin zorluğunu en çok yaparken fark ediyordu.
“Sana espri yapacağım, etraftakiler gülecek; ama sen çok rencide olmayacaksın. Bu dozu ayarlayabilmek çok mühim.’ diyordu.
Neden kadın kılığına girdiği konusunda da sebebi, espri yelpazesinin genişlemesiydi. Çünkü sahnede hem bir kadının hem de bir erkeğin yapacağı espriyi yapabiliyordu. Bu rahatlıktan sebep Huysuz Virjin olmayı tercih ediyor ve seviyordu.
Bir keresinde kendisine yöneltilen ‘Ahlaki bir tutucu yanınızda var, değil mi?’ sorusunu şöyle yanıtlamıştı:
“Var tabii, ben tutucu insanım. Yani bakmayın şovumun azgınlığına, o ekmek parası. O, orada yapılması gereken bir şey. Bir de bunu dünyada çok az insan yapıyor. 1,5 – 2 saat doğaçlama, hiçbir yazısı çizisi olmadan, çok zor. Teklersen kaybedersin. Nefes alırsan da kaybedersin. Yani sizin ağzınızdan lafın son harfi çıktığı an cevap verirsen, galipsin. I mı diye cevap verirsen galip değilsin, olay bu. Onun için çok zor bir iş bu ve işimi bitirip kulise geldiğim zaman gözüm ağrıyor, kafam ağrıyor, ağzım ağrıyor, vücudum ağrıyor. Her tarafım birden çalışıyor çünkü. Gelen lafı dinleyeceksin, beyne gidecek, oradan espriyi bulacaksın ağzına gidecek, mimiklerinle, hareketlerinle cevap vereceksin. Çok zor bir iş.”
Seyfi Dursunoğlu nihayetinde hafız bir babanın kültüründe büyümüştü. “Şehit haberleri aldığımda, acı haber aldığımda sahneye çıkamam. Herkes üzgünken benim orada komedi yapmam da doğru değil.” diyordu.
Bunlarla birlikte Huysuz’un yeri gelip hatalar yaptığını da kabul ediyordu. Ancak ‘Komedide müstehcenlik vardır. Bunlardan vazgeçerek komedi yapmak çok zor.’ diyordu.
Sonra kabul edilmeyen yanları anladığını da söylüyordu. Zaten buna rağmen başarmış olmaktı mühim olan.
“Aslında kadın kılığına giren bir insanın sevilmesi çok makul gibi gelmiyor. Bana da gelmiyor, kimseye de gelmez. Ancak ne var ki, bu iş sahnede başlıyor ve bitiyor. Sahneden sonra sahneyle ilgili yaşantımda hiçbir şey yok. Yani ne silikon yaptırdım, ne kılımı aldırdım ne bilmem ne yaptırdım. Pazara giderim herkes gibi alışverişimi yaparım. Komşularımla münasebetlerim gayet makul, normal. E o zaman bu adama bizim bir şey demeye hakkımız yok. Bu, ekmek parası için kadın kılığına giriyor.”
Ve şunları da ekliyordu:
“Tabii ki bir sürü sanatçının benden daha çok parası vardır. Ama ben, tekrar söylüyorum, Türkiye’de böyle bir olayı kabul ettirmektir benim için en mühim olan. Tabii ki bu bana bir para getirdi. Bu para beni ölünceye kadar da götürür. Mühim olan, onu hep söylerim, mesela İbrahim Tatlıses, bağlamanın ucunu göründüğü zaman bizim halkımızın yüzde 90’ı bayılır keyiften. Ama bir erkeği kadın kılığında gördüğü zaman aynı keyfi alır mı, almaz mı, onu bilmiyorum. Ama ben, onu da sevdirdim insanlara. Sevilmesi zor olan bir şeyi sevdirdim.”
Gerçekten de sevdirmişti…
Seyfi Dursunoğlu öldü
Seyfi Dursunoğlu, KOAH hastasıydı. Son 15 gündür İstanbul Altunizade Acıbadem Hastanesi’nde tedavi görüyordu. Ancak 17 Temmuz’da bedeni devam edemedi. Seyfi Dursunoğlu, 16.45’te hayata gözlerini kapadı. Cenazesi yarın (20 Temmuz) öğle namazını müteakip kılınacak cenaze namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedilecek.
Kırgınlıkları olsa da, mutsuz da değildi. O, ‘Bu yaştan sonra…’ diye başlayan tüm önyargıları yerle bir etmiş, kendini zirveye taşımıştı. Bir yerde çok kıskanç birisi olduğundan bahsediyor, neyse ki yaptığımı kimseler yapmadı da, bir ben yaptım diyordu. Türkiye tarafından böylesine çok sevilmesinin kuşkusuz sayısız sebebi vardı.
Bir keresinde ‘Ölümden korkar mısınız?’ diye sorulmuştu ve şöyle yanıtlamıştı:
“Hayır, korkmuyorum. Yalnız ne var biliyor musun, tuhaf bir şey, evin en üst katı yatak odam, merdivenlerden yatak odasına çıkarken, yarın acaba inebilecek miyim, diyorum. Bu yaşın verdiği bir şey.”
Yıllar önce bir röportajında vasiyetini de açıklamıştı. 6 kardeşi vardı ve evlenmemiş, çocuk yapmamıştı. Mirasını Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne bağışladığını söylüyordu. Bununla birlikte organlarını ve bedenini de bilimsel çalışmalarda kullanılmak üzere devlete bağışlamıştı. ‘Öğrenciler Huysuz Virjin ile hem öğrensin, hem eğlensin!’ diyordu.
Bir sahnesini sonlandırırken peruğunu çıkarıyor, sözlerini sonlandırıyor ve şarkısını söylüyordu. Şimdi o sahne son veda gibi:
“40 senedir çalıştık, biz artık eski dost olduk. Sizler gibi dostum olduğu için ne mutlu bana…
Unutulmuş birer birer
Eski dostlar, eski dostlar…”
Dostluğuna bir küçük parça olabildikse şimdi ne mutlu bize…
Bir günü iki ayrı özel karakterde yaşayan, gündüz İstanbul beyefendisi Seyfi Dursunoğlu, gece sahnesinde Huysuz Virjin, kıvrak zekası, esprili ve sivri dili ile bir özel insan geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Not:
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Daha Fazla Yorum Yükle
0 Yorum Yapılmış